Bir Avrupa Turu

Sabah erkenden kalkıp otelin az ilerisindeki durağa yürüdük. Bilet alacak yer yoktu ama otobüste kredi kartı geçiyormuş, çok tatlı bir şoför amca ile konuştuk bize nereden aktarma yapacağımızı söyledi. Sonra da Türk olduğumuzu anlayan bir amca bize hangi durakta ineceğimizi tarif etti. Biraz Türk göçmenler hakkında konuştuk.

Amsterdam zaten minimini bir şehir her yere yürüyebilir insan. Sadece ufak bir problemimiz var Van Gogh müzesine biletimiz yok :/ dışardan da bilet alamıyormuşuz. Bu Dilara’yı epey üzdü.

Kraliyet müzesinde tatlı bir danışman bizi anladı ve müzenin boş bir biletini hediye etti. Önceki eleman yazıcıdan biletin çıktısını almıştı 😀 çok komik ya insan azıcık kafasını çalıştırmaz mı?

Bir yahudi çift ile birbirimizin fotoğrafını çektik. Dilara onları çok güzel çekti ama teyzem bizi hiç güzel çekemedi diyor Dilara. Ya boşver hatıra işte, nolcak sanki. Redlight için biraz erken bir vakit insanlar sabahları çok tercih etmiyor sevişmeyi herhalde. Ama en azından birkaç abla görebildik 🙂 Amsterdam’da Heineken experience ı çok merak ediyordum, interrail yaptığımızda çocuklar gitmişti ben gitmemiştim. Çok da bir numarası yokmuş 😀

Yorulduk artık inşallah Apo bizi hızlıca alır diye düşünürken bizim Apo hayatında 2 kere merkeze gelmiş. Kardeşim kaç yıldır Amsterdam’da yaşıyorsun biraz insan gezer bee. Yağmur da şiddetleniyor, bir yandan çişimiz geliyor Starbucks var gireriz dedik ama nerdee 6 da kapanır mı kardeşim Starbucks. Neyse yürümeye devam, Apo senin yapacağın işin ben ta..

Amsterdam’ı herkes merkezini görüyor biz tam bir Türk gurbetçi gibi Nord bölgesine gittik. Burası gerçekten beni şaşırttı Almanya’daki Türkler gibi burası da Türkiye’nin bir bölgesi gibiydi. Sadece daha düzenlisi 🙂 Önce dedik bir alışveriş yapalım burada çok güzel peynirler vs. var diye. Apo sağolsun bize hiçbir şey ödetmedi, çok mantıklı olmadı bu davranışı ama olsun.

Eşini de evlerinin ordan alıp bir uzak doğu restaurantına gittik. Gayet güzeldi mekan ama insan tabii Amsterdam’da farklı deneyimler görmek istiyor. Sonrasında da Abdullah’ın çalıştığı zincir restaurantın bir şubesine gittik ve orada uzun zamandır yediğim en iyi künefeyi yedim. Gerçekten tadı efsaneydi.

Sabah yolculuk başladı ve Amsterdam’dan Lüksemburg’a doğru hareket ettik. Rehber dedi ki hadi Trier’e gidelim, napcanız Schengen’i dedi. Mantıklı geldi bu teklif ve Trier’e gittik önce. Gerçi yol baya zorlu geçti çiş için manasız bir yerde durdu otobüs şoförü. Millet midesi bulana bulana tuvalete gitti. Bizim yanımızda yiyecek aburcuburlarımız ile tatlı geçti yolculuk.

Trier de güzel minnak bir yer, önemli tarihi bir şehir. Biraz dolandık ama hafif yağmurluydu, bir de Christmas market kurulacaktı onun çalışması devam ediyordu. Maalesef 1 haftayla falan kaçıracağız sanırım bu abilerin noelini.

Sonrasında yola devam ettik ve Lüksemburg a geldik, yine hava serindi ve Lüksemburg yine daha önceki deneyimimdeki gibi çok güzel değildi, zaten yine çok kalmadan otele doğru devam ettik.

Otelimizin sahipleri 2 tontiş Fransız. 0 İngilizce, oteli görünce oha dedim ucuz etin yahnisi bu kadar olur. Ama odamız inanılmaz kocaman. Yine akıllılık edip Lüksemburg’tan aldığımız sandiviç malzemeleri ile kendimizi doyurduk. Sabah kahvaltı tam Dilara’lık. kocaman 2 sıra masa ve üzerinde antika tabak çatal ve tabii ki Kruvasannnn. Gerçekten bu adamlar kruvasan konusunda çok ileride Türkiye’ye göre 😀

Metz şehri’ne geldik hava kapalı ama çok romantik bir şehir gibi, sokaklarında yürümek keyifliydi. Ama görmesek ne olur, hiç. Sadece binaların belli bir sarı renkte olması farklı bir özellik.

Ve Paris! akşam trafiği ile bizi karşıladı. İstanbul trafiğinden pek de farklı sayılmaz. Rehberin yönlendirdiği et lokantası yerine tabii ki biz kendi mekanımızı kendimiz bulduk. Tatlı bir mekandı ve aynı parayı ödemişiz 🙂

Otelimiz bence Paris’te değil yani baya uzakmış, sırf ucuz olsun diye ayıp etmişler. Oda zaten kutu gibiydi. Neyse pozitif düşünmeye devam. Sabah güzel bir kruvasan ile tekrar yola koyulduk, biletimizi aldık tekte merkeze gittik. Diğerleri mal mal takılsın 😀

Paris merkeze geldiğimizde sabah erken ve soğuktu. Mekanlar daha yeni yeni açılıyordu. Tabana kuvvet… Dilara çok mutlu 🙂 Onun mutluluğu zaten her şeye bedel.

Paris bizim için yürüyüş rekorlarının, birçok farklı sanatçının eserlerinin ve güzel bir yemek için uzun süreler beklemenin adresi oldu. Lüksemburg’ta keşfettiğimiz sonrasında da bizi mutlu eden içkimiz ile içimizi ısıtıyor, bekliyor ve bekliyorduk. LE RELAIS DE L’ENTRECÔTE

beklenir mi? beklenir 🙂

Van Gogh’un da Amsterdam’dan sonra en çok eserinin olduğu yermiş Paris. Bir nebze rahatladık. Mona Lisa falan filan hikaye, zaten inanılmaz yorulduk.

Paris’te gezmek isteyen bize takılsın mottosu ile 2. gün sanki oranın yerlisi gibi topladık arkamıza tur ekibini ve öğrenci usulü aktarmalar vs. yapa yapa milleti merkeze getirdik sağ sağlim. Gerçi bu kadar öz güven bize 50 euroya mal oldu 😀 Dilara’nın üstüne çok gitmemek lazım tabii herkes bu hatayı yapabilir, yanlış biletle yanlış giriş çıkış yapılabilir. De sen neden farklı cebine koyuyorsun güzel karıcığım biletini?

Hava çok şükür diğer günlere göre daha açık ve Mont Marte bizim için azıcık cezalı olsa da yine de her şey çok güzeldi. Bu arada istridye yemenin adabını da öğrendik bahsetmiş miydim? Hiç benlik bir şey değil.

Dönerken Paris’ten Brüj’e geçtik önce. Brüj de gerçekten tam bir soğuk Venedik. İki sevgili bu zamanlarda gideceksin abi ve romantizmin dibine vuracaksın. Bira duvarı yapmış adamlar, ve patates de Amsterdam’a bin basar, sadece sosu bir tık fazla hem yürüyüp hem yemek zor olabiliyor 😀

O kadar soğukta gezince insanın çişi de geliyor haliyle. Boş bulduğun yere işiceksin yoksa sıkıntı 😀

ve son istasyon Brüksel, gerçekten meydanından başka hiç bir olayı yok. Çikolata da pek matah değil. Turist kazıklamaca yeri.

iyi gezdik ama. İyi bir midye de yedin mi tamamdır. Bu kadın beni resmen deniz mahsüllerine alıştırdı.